Nilüfer Devecigil

TERAPİST │ KONUŞMACI │ EĞİTİMCİ │ YAZAR │ DANIŞMAN

Kaçırılan fırsatlar

Bir kafeden içeri giriyorum. Etrafta oturan bebekli anneleri görünce, çocuk dostu kafediye geçiriyorum içimden. Oturacak bir yer ararken kendime, bebeğini kucağında, yüzü dışa dönük şekilde oturtmuş, önündeki bilgisayara bir şeyler yazmakla meşgul anneyi görüyorum önce. Sonra hemen yanındaki bir diğer annenin, başı göğsüne doğru sokulmuş bebeği minik sesler çıkarırken, elindeki telefondan video izlediğini fark ediyorum. Kendime bir kahve alıp geçtiğim masada, onları izlemeye devam ediyorum. Yanlarına gidip bu anların bebeklerininsosyal ilişki becerileri için kaçırılmış fırsatlar olduğunu söylemek istiyorum. Çocuklarının ileriki yıllarda sağlıklı ilişkiler kurabilmeleri için en öncelikli şeyin, işte tam bu sakin anlarda, yüz yüze, göz göze duruş, tatlı ses tonuyla söylenen sözler ve mırıldanmalar ile yapılan sinir sistemi antrenmanı olduğunu anlatmak istiyorum. Hani demek geliyor içimden, hani bir şeyi en iyi hale getirmek için onu tekrar tekrar pratik etmeniz gerekir ya. Mesela ne kadar yetenekli olursanız olun iyi bir piyanist olmak günlerce saatlerce çalışma gerektirir. Bir aşçı o krepi havaya atıp o şekilde tavaya oturttuğunda bunu ilk seferde mi başardı sizce.

O masada o kahvemi yudumlarken, gün be gün karşılaştığım çocuklar geçiyor gözlerimin önünden. Davranışları agresif, ya da çekingen diye adlandırılan ve başkaları ile sosyalleşmede güçlük yaşayan çocuklar. Agresif ya da çekingen kelimelerinin bizim etiketlemelerimiz olduğunu söyleyen bir bilgedüşüyor hayalime. Konuşmaya başlıyor o bilge düşüncemde; “Atalarımızdan yadigar kalan ve memeli hayvanlarla paylaştığımız sinir sistemlerimiz, bizi tehlikelerden korumak için otomatik olarak savaşmayı, kaçmayı biliyor. Hayati bir tehlike ile karşılaştığımızda ise donarak bizi koruyor. İşte bu mekanizma ile geliyoruz dünyaya. Agresif dediğin de, çekingen dediğin de korkan bir çocuk sadece.”

Bir yudum daha alıyorum kahvemden. Bir ebeveyn tarafından günlük hayatın pek çok anında göz temas, ses tonu, mimik, ve şefkatli dokunmalarla beynimizin bir başka parçası devreye giriyor zamanla. Bunu ne kadar az anne biliyoruz diye düşünüyorum. Bu parçanın işlevi ile sağlıklı sosyal ilişkiler kurabiliyor, esnek olmayı öğreniyoruz. Bitmek üzere olan kahveme takılıyor gözüm. O bardağa konan kahve gibi, çocukların zihnine akıttığımız bilgilerle sosyalleşmeyi öğrendikleri düşüncesine ne zaman kapıldık acaba. Konunun bardağı büyütmek yani zihnin kapasitesini arttırmak olduğunu ne zaman unuttuk. Yüz yüze temas olmadığı için güvenli fizyolojik halleri hiç deneyimleyemeyen çocuklar, memeli hayvan davranışlarında takılıp kalıyorlar. Saldıran, donan, kıpkırmızı olan, kakasını tutan ya da kaçıran, uyuyamayan, yemek yemeyen, hiperaktif diye adlandırılan pek çok çocuk.

Bebeklerle ebeveynlerin yüz yüze, göz göze ilişki anlarını ne zaman bu kadar azalttık. Okulların teneffüslerini; tiyatro, koro gibi etkinliklerini ne zaman bu kadar kısalttık. Çocukların bir topun peşinden koşarken paylaştıkları dikkat anının önemini ne zaman unuttuk. Çocukların karşıt gelme davranışından dinleme davranışına geçebilmeyi, ebeveyni dinlemediği için değil, sakinlik hallerini deneyimleme fırsatları kaçırıldığı için beceremediğini hiç mi anlamadık. O kafede, o annelerin kaçırdığı anlar gibi. O okullarda o teneffüslerde unutulan oyunlar gibi…

Gözlerim yan masadaki ağlama seslerine dönüyor. Ağzına zorla kaşık sokulan çocuğun tüm bedeninin çırpınmasına şahit oluyorum. “O anne farkında olsa yapar mıydı bunu çocuğuna” diye koşturuyor düşünceler zihnimde. İster yemek yedirmek, ister ağzına ilaç koymak, ister banyoya sokulmak adına bedenleri bir yetişkin, hele ki seni koruması gereken bir yetişkin tarafından tekrar tekrar zorla hareketsiz hale getirildiğinde, donma ya da hiperaktif hal ile kendini koruyan çocuklar. Zorla yemek yedirmeye devam eden anneye dalıyor yine gözlerim. Çocuğunun günlük hayatta ki hareketliliği, hele ki yaramaz damgası yemesinin kendi zorlamaları ile olan ilişkisini bilse neler olurdu diye düşünmekten geri duramıyorum. O küçücük bedeninin, hareketsizliği tehlike ile bağdaştırdığı için kendini ya donarak ya da kıpırdayarak koruduğunu.

Tüm bedenim kasılıyor o masada bitmiş kahvemle otururken. Kapıdan pamuk prensesin peri annesinin girdiğini hayal ediyorum. “Merak etme kızım” diyerek beni avutup, elindeki sihirli değnekle annelerin elindeki telefonu, bilgisayarı, kaşığı yok ettiğini izliyorum hayalimin penceresinde. Tüm bebeklerin gülümseyen yüzlerini, küçük çığlıklarını, annelerinin şefkatli dokunuşlarına verdikleri sözsüz sinyalleri duyuyorum. Tüm o bebekler ve annelerinin sinir sistemlerinin sakinliği benim bedenimle temas ediyor usulca. Kasılmalarımın tek tek yerlerini rahatlama hareketlerine bıraktığını hissediyorum bedenimde. Ve çantamdan kalemimi çıkarıyorum.

O kalem bir sihirli değnek oluyor o an. Ve dökülüyor önümdeki kağıda kelimeler:

“Şimdi susmak değil, bir şeyler söyleme zamanı”